11 Temmuz 2016 Pazartesi

Bir ozan, bir yazar, bir aydın… O müthiş komünist… O Sabahattin Ali…




Sabahattin Ali kırk bir yıllık kısa yaşamında, düşüncelerini yapıtlarında ve yazılarında, başı öne eğilmeden, bıkmadan, usanmadan savundu. Özgür, çağdaş, demokratik bir yurt düşü kurdu. Fakat bu düşün bedelini, hapis ve sürgün dolu bir yaşamın ardından Istanca ormanlarında tutuklanıp karanlık eller tarafından vahşice katledilişiyle ödeyecekti.

Bir yazarı bedenen yok edebilirsiniz ama fikren yok edemezsiniz. Yazarı yazar yapan yapıtları, fikirleri, kâbusunuz olur üstünüze çöker. Yazar yapıtlarıyla ilelebet yaşar.

1907 yılının 25 Şubatında Gümülcine'de doğan Sabahattin, çocukluğunu fakirlik içinde ve babasının peşinde cephelerde geçirdi. Selahattin Bey, Trablusgarp'da, Balkanlar'da ve Çanakkale'deki savaşlara katıldı.

Daha sonra Edremit'e yerleşen aile, bunalımlı yıllarda, pazarcılık yaparak geçimini sağlamaya çalıştı. Edremit Yunan işgali altındaydı. Selahattin Bey, borç harç aldığı iplik makara çorap ve fanilaları kasaba kasaba dolaşıp satıyordu. O dönem Sabahattin ilkokula gidiyordu. Başarılı bir öğrenciydi. Hatta öğretmen gelmediği zaman, arkadaşlarına dersleri o anlatırdı. Çok kitap okurdu. Mahallenin bakkalı ve berberi Sabahattin'i çok severdi. Ona kitap hediye ederlerdi. Sabahattin babasına da yardım ederdi. Boynuna taktığı işporta sepetiyle, Rum mahallelerinde "Makaridos Havarikos" diye bağırarak iplik, makara satardı.

Yıllar geçmiş Sabahattin on beş yaşına gelmişti. Balıkesir Muallim Mektebinde okumaya başladı. Orada yirmi beş yaşındaki hocasına âşık olmuştu. Sabahattin öğrencilik yıllarında her zaman sevmek, âşık olmak eğilimindeydi. Bazı arkadaşlarına yakın ilgi duyardı. Bir gün okulda bir gösteri yapılacağını duymuştu. Hoşlandığı kızlarda o gösteri de görev alıyordu. Sabahattin, başına bir örtü sırtına da yeldirme geçirip gösteriyi izlemeye gitti. Onu kıskanan bir arkadaşı, bu durumu okul müdürüne anlatınca, okul müdürü Sabahattin'i İnzibat Meclisine verdi. Okuldan atılacağı düşünülüyordu. Yakın bir arkadaşına verdiği şiirde, intihar edeceğini anlatıyordu.

Arkadaşı şiiri hemen okul müdürüne götürdü. Bahçeye çıktıklarında Sabahattin kendisini bahçedeki çam ağacına asacaktı. Sabahattin'in bu girişimi, okulu iyice karıştırdı ve okuldan atılmadı. Sabahattin gericilikle verdiği ilk mücadelesinde başarılı olmuştu.

Bu dönemde annesinin rahatsızlığının artması ve babasının vefatı ile iyice bunalan Sabahattin, İstanbul'a gitti ve orada İstanbul Muallim mektebine yazıldı. Bu okulda edindiği dostlar arasında en önemlisi belki de Pertev Naili (Boratav) 'di. Bu dostluk acı tatlı her sorunu paylaşarak genç yaşta ölümüne dek sürdü.

İstanbul'da öğretmen adayları için açılan kursta tanıdığı Nahide Hanım, onun ilk büyük aşkıydı. Ne yapacağını bilmiyor, kızı gördükçe serseme dönüyordu. Bu kızdan ayrılmayı hiç istememesine rağmen 1927 Ağustosunda Yozgat'a öğretmen olarak atandı.

Sabahattin'in Yozgat günleri sıkıntılı geçti. Nahide Hanıma gönderdiği şiir ve mektuplarına yanıt alamamış, üstüne üstlük Yozgat'ın sıkıcı, eğlenceden uzak hayatından iyice bunalmıştı. Yaz tatili gelip çatmıştı. Hemen İstanbul’a geldi. O sırada Milli Eğitim Bakanlığı dil öğrenimi için gençleri Almanya'ya gönderiyordu. Sabahattin sınava girdi ve Almanya'ya gitmeye hak kazandı.

Almanya yolculuğu Sirkeci garında macerayla başlamıştı. Trene binmeden parasının büyük bir bölümünü harcadığı için üçüncü mevkide yer almıştı. Fakat arkadaşları birinci mevkide oturuyordu. Sabahattin görevliye yakalanmadan arkadaşlarının yanına gelir sohbet eder, görevli gelince de kendi yerine giderdi. En sonunda görevli durumu anlamış ve bavulları getirip Sabahattin’in önüne koymuştur. Neyse ki arkadaşları bilet farkını ödeyip onu birinci mevki ye aldılar. Almanya'ya varınca, elçilik yardımıyla Postdam'a gitti.

Almanya günleri Sabahattin için romantik ama kısa sürdü. Fraulein Poder adında bir kıza tutulmuştu. Kız onu hiç ciddiye almamıştı. Almanya'nın geçirdiği bunalımlı günlerin de yakından tanığı olmuştu. Geleli bir buçuk yıl olmamıştı ki, bir Alman öğrencinin "bu parazit Türkleri buradan kovmalı" sözüne karşı "Biz hükümetimizin verdiği para ile okuyoruz, sözünü geri al" demiş. Sözünü geri almayınca tokadı yapıştırmış Alman'ın suratına. Bu sebepten dolayı bursu kesilmiş ve İstanbul'a dönmüştür. Bir süre Yüksek öğretmen okulu yatakhanesinde Nihal (Atsız), Pertev Naili (Boratav) gibi arkadaşlarıyla kalır. Daha sonraki yıllarda, Nihal (Atsız), ikisiyle de dostluğunu kesecektir.

İstanbul'da, Resimli Ay'a gider. Orada Nazım Hikmet (Ran), Zekeriya (Sertel) ve Sabiha (Sertel) ile tanışır. Almanya’da Marksizm'in bütün kuramlarını öğrenmiştir. Nazım Hikmet bu gençte büyük bir cevher olduğunu görüyordu. Onu bir yandan kazanmaya bir yandan da sanat hayatında yetiştirmeye koyuldu. Resimli Ay, Sabahattin'e kucak açtı.

Resimli Ay, Gazinin fikirlerini, düşüncelerini halka yaymayı amaçlayan, insanları aydınlatan bir gazeteydi.

Sabahattin ise, Marks'ı, Engels'i, Lenin'i okuyor. Uluslararası işçi ve halk kuvvetleriyle, Türkiye işçi, köylü ve zanaatkârlarının hayatıyla yakından ilgileniyordu. Yumruklarından ziyade zekâsına güvenirdi. "Ben polis hafiyelerinden, komiserlerinden, içişleri bakanlarından zekiyim, akıllıyım" derdi. Evet, bu saydıklarından daha akıllı ve daha zekiydi. Ama onlar sinsi, kurnaz ve örgütlüydü. Oysa Sabahattin hiç bir örgüte mensup eğildi.

Klasik Rus edebiyatı ile tanışması, onun üzerinde büyük etki yarattı. Türkiye'de orta sınıfların, köylünün, yoksulların, hayatlarını bize anlatan ilk Sabahattin değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla devrimci halkçı ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz ve romancımız oldu.

Yıllar sonra Hıfzı Topuz beyefendi ile yaptığı bir sohbette, " Halide Edip hanımefendiyi Rusçaya çevirmişler. Bir gün beni de çevirirler mi ne dersin? " demişti. Kendisini şu anda yetmiş yedi millet okuyor. Çünkü o, halkımızın en dürüst, en vatansever insanlarından birdir.

Resimli Ay, yaptığı muhalefeti ve kadrosunda bulundurduğu Nazım Hikmet, Zekeriya ve Sabiha gibi tecrübeli yazarlarla, Sabahattin gibi genç yazarları, gerici çevrelerden büyük tepkiler alıyor ve gazetenin ortakları bu tepkilere dayanamayıp gazetenin kadrosundan bazı yazarların çıkarılmasını istiyordu. Fakat dergi yazarlarını çıkarmadı ve 1930 başlarında son sayısını yayınlayarak yayın hayatına son verdi.

Sabahattin, Ankara'ya geçti. Burada sınava girdi. Başarılı olunca Aydın Sanat Mektebine Almanca öğretmeni olarak atandı.

1930-1931 ders yılı başında Aydın'daki görevine başlamıştı. Orada da pek mutlu değildi. Aydın eğlenceden uzak sıkıcı bir yerdi. Enver Necati beyefendiye yazdığı bir mektupta Aydın'daki en iyi dostunun, herkesin deli dediği fakat ona göre sözden anlayan aklı başında enfes biri olan Sakallı Celal olduğunu anlatıyordu. Aydın'da Fethiye adında bir kıza tutulmuştu. Bu kızı ders çalıştırırdı. Kız ise onu sınavlarından iyi not alabilmek için idare ederdi. Aydın'da vali tarafından sürekli sorgulanırdı. Müthiş komünist olarak tanınmıştı. Günün birinde öğrencilerin dolabında TKP'nin Kızıl İstanbul dergisinin bulunması ve tanıkların Sabahattin'in öğrencileri etkilediği ve bu dergileri o yüzden alındığını söylemesi, Sabahattin'in tutuklanmasına sebep oldu. Üç ay sonra yargılama beraatla sonuçlandı. Sabahattin hapiste tanıdığı Anadolu insanlarının yaşamı daha sonra öykü ve romanlarına konu oldu.

1931-1932 eğitim yılında Konya karma ortaokuluna atandı. Burada on beş yaşındaki Melahat Muhtar'a âşık oldu. Kız da ona âşıkdı. Fakat bu ilişki fazla süremedi. Sabahattin, Cemal (Kutay) ve Emin bey'in çıkardığı Yeni Anadolu gazetesinde başyazı yazıyor. Şiirler yazıyor, roman tefrika ediyordu. Kuyucaklı Yusuf'un 26. bölümü yayınlandıktan sonra, gazetenin Milli Eğitim müfettişliği aleyhine kampanya yürütmesine karşı çıktı ve gazeteden ayrıldı. Gazete sahipleri bu durumu hazmedemeyip, Sabahattin'in daha önce verdiği fakat yayınlamadıkları bir şiirin sözleri üstünde oynama yaparak, Sabahattin'i Gazi'ye hakaret ediyor diye şikâyet ettiler. Uydurma bir tanık bulup bu şiiri bir toplantıda okuduğunu söylediler. Sabahattin tutuklandı ve on iki aya mahkûm edildi. Sabahattin mahkemede yaptığı savunmada, mahkemeyi kızdırmış olacak ki cezası on dört aya çıkarıldı. Sekiz yüz mahkûm kapasiteli Konya Cezaevine kapatıldı. Gününün uyku dâhil her saatini, yapılan haksızlık ve namussuzların yüzünden hapiste esir olarak geçirdiğini düşündükçe azap duyuyordu. Hapiste çok sıkılıyor ve bunalıyordu. Yurt dışına gitmeyi ve diğer ülkeleri gezmeyi istiyordu. Bu kararını on dört yıl sonra aldı ama....

Günün birinde, nereye gittiğini bilmeden, kitaplarını sandığına doldurdu. Paltosunu ve iki bavulunu kelepçeli ellerine aldı ve orayı terk etti. Bindiği trende, İstanbul'a gideceğini ve oradan da Sinop Cezaevine nakledileceğini öğrendi. Sinop'a geldiğinde karşısında, azılı bir haydut karşılamaya hazırlanmış jandarma çavuşu ve bir manga asker buldu. Çünkü Sabahattin'in namı daha Sinop'a gelmeden azılı haydut diye yayılmıştı. İstanbul'dan çetin bir yolculukla geldiği gemiden iner inmez etrafını jandarmalar sardı. Surlar, ahşap evler ve tahta kepenkli dükkânlar arasında ıslak ve yağışı bir havada, elinde iki bavuluyla, annesini kız kardeşini, Melahat hanımı, Nahide hanımı düşünerek hapishaneye geldi. Sinop Cezaevinde, daha sonra şarkı olmuş dilere düşmüş hapishane şiirlerini yazdı.

Burada en çok etkilendiği, en çok özlediği şeyi şu sözlerde çok güzel betimliyordu.

"Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin ele tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetler götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak da azap mıdır?"

Denizin kenarındaki bu hapisanede günlerini bir sandığın üstünde mektup ve yazılarını yazarak geçiriyordu. Bunaldığı zaman ise mahkûmlarla sohbet ediyordu. Bir sohbet sırasında mahkûmlardan biri; "Hükümet sana bu kadar para sarf etmiş, seni Almanya'da okutmuş sen hala hükümetle uğraşıyorsun." diyince, Sabahattin'de "Ben hükümetle uğraşmıyorum. Ben hükümete sırtını dayayıp da devleti sömürenlerle uğraşıyorum. Ben halktan yanayım, köylüden yanayım. Dar gelirli memurdan yanayım. Soyguncudan hırsızdan yana değilim" demiştir. Gürültü, sıkıntı, acı üzüntü dinelmeden sürekli yazı yazıyor. Ve kafasında kurduğu evrende yaşıyordu. Ama dışa da dönüktü. Etrafındakileri dinler, çok iyi anlar fakat yorum getirmezdi. Eleştirmenler için, "sanatçı olmayanın sanat yapıtlarını bütün heyecanıyla anlamalarına imkân yoktur." der, onları milletvekillerine benzetirdi. "Adları büyük ama gereksiz adamlar" diye. Sinop günleri sıkıntılı geçiyordu. Romatizma ağrıları gittikçe artmıştı. Dışarıya aşırı özlem duyuyordu.

Cumhuriyetin onuncu yıl dönümünde çıkan af yasasıyla zindandan kurtuldu. Kurtulur kurtulmaz yakınlarına telgraf çekti. Vapur biletini aldı. Ayşe Sıtkı'ya çektiği telgrafta beni karşıla diyordu. İstanbul'a varınca onu karşılayan olmadı. Sabahattin Ayşe Sıtkı'ya âşık olmuş fakat Ayşe Sıtkı onu dost olarak görüyordu. Bu yüzden ona biraz kızgındı.

Sabahattin İstanbul'da geçirdiği bir haftadan sonra Ankara'ya geldi. Bir sürü yazışma ve ziyaret edilen bürokratlarla geçen sürenin ardından fikir ve zihniyetinin değiştiğine ilişkin belge ile yeniden görev alabilirdi.

Namussuzlar tarafından, sevdiği ve fikirlerine değer verdiği Gaziye hakaret etti diye iftiraya maruz kalmıştı. Gaziye yazdığı yeni bir şiir sayesinde Gazinin de onayı ile atanmasına izin çıktı. Tek bir şey kalmıştı. O da boş bir mevki.

Sabahattin o heyecanla Ayşe Sıtkı'ya evlenme teklifi etmiş fakat Ayşe Sıtkı'yı sadece kızdırmıştı. Böylelikle bu defterde kapanmıştı. İkili dost kaldılar ömür boyunca. Bu arada soyadı kanunu ile birlikte Ali soyadını almış, fakat soyadı ön isim olamayacağından Alı olarak yazdırmıştı. Fakat hep Ali olarak kullandı. Ve Âli gibi kullanılmasına çok kızdı.

Ankara'da yeni görevine başladı. Kısa dönemlerde çeşitli görevlerde bulundu. Diğer yerlerin aksine burası daha eğlenceliydi. Dostları ile Ankara gazinosunda, Kutlu ve Özen pastanesinde vakit geçiriyordu.

Bu arada yirmi yedi yaşına gelmişti. Ölümden ve yaşlanmaktan çok korkuyor, kırk yaşındaki halini tasavvur edemiyordu. Sanki kırk bir yaşında öleceğini anlamıştı. Kafasında da yine evlenme düşüncesi vardı. Aklına, İstanbul'da kaldığı dönemde komşusu Aliye gelmişti. Hoş, çıtkırıldım minyon yapılı bir kızdı. Yengesine bir mektup yazdı. Ve Aliye ile evlenmek istediğini söyledi. Kızın babası ilk başta bu evliliğe pek yanaşmadı. Sabahattin Ali'nin polis tarafından fişi olduğunu biliyordu. Sonunda o da onay verdi. Nişan posta yoluyla yapıldı. Sabahattin Ali Ankara'da, Aliye ise İstanbul'daydı. 16 Mayıs 1935'de İstanbul'da nikâh yapıldı. Ertesi gün de Ankara'da düğün yapıldı. Sabahattin Ali bir yandan kendi işleri ile uğraşıyor bir yandan da Aliye Hanıma Marks'ı, Lenin'i, Engels'i tanıtıyordu. Kendisi Marksist kuramcıları Almanya’ya giderken trende okumak için aldığı Upton Sinclair'in Petrol (Oil)'ü ile tanımaya başlamış ve Almanya'da bulunduğu dönemde bütün kuramcıları incelemişti. Bu dönemde Kuyucaklı Yusuf romanıyla, Ses öykü kitabını yazdı.

1937 başlarında uzun süre ertelediği askerliği geldi çattı. Asteğmen olarak Eskişehir'e gönderildi. Bu dönemde kızı Filiz doğmuştu. Askerlik sonrası aile Ankara'ya yerleşti.

Sabahattin Ali, Dramaturg Karl Elbert'in çevirmenliğine ve yardımcılığına atandı. 1938'de Gazi paşanın vefatı derken zaman geçmişti. 1943 de Hasanoğlu'nda açılan köy enstitüsünde Karl Elbert konferans verdiği bir gün öğrenciler Sabahattin Ali'yi hayran bırakmıştı. Sabahattin Ali'den şiir okumasın istiyor, sorular soruyorlardı. Rüzgâr şiirini okuduktan sonra "Enstitüleri gördükten sonra insan olmak bana gurur veriyor" dedi. Salonda alkışlar kopmuştu. Bunun üzerine "Ben pek çok kez alkışlandım. Ama nasırlı ellerin beni alkışlaması hiç bir şeye benzemiyor." dedi.

Ankara yıllarında polis tarafından takip ediliyordu. Bir dün Ankara Emniyet Müdürünü arayıp "Beni daha akıllı insanlara izletmelisiniz. Bu derece aptal bir insanın beni takip etmesini hakaret sayıyorum" demişti. Bir kere, bir pasajın içine girip camdan kendisini takip eden polisin, şaşkın şaşkın kendisini aramasını izlemiş, bir kere de polise nanik yapmıştı. Kerpiç lokantası da vakit geçirdiği yerler arasındaydı. Bir gün dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu ile karşılaştı. Şükrü Bey “Bu ne şıklık Sabahattin, proleterler böyle mi giyinir” demiş. Sabahattin Ali de “ Efendim yarın devrim olunca proleterlerin nasıl giyineceklerini göstermek istiyorum” diye cevap vermiştir.

1940 başlarında İçimizdeki Şeytan romanını yayınlamaya başlamıştır. Kitapta, Nihal Atsız, Peyami Safa, gibi sağcı yazarlarla dalga geçmiştir. Nihal Atsız Sabahattin Ali’yi kastederek, Başbakan Şükrü Saracoğlu’na, ülkenin önemli mevkilerinde komünistler var diye şikâyet mektubu yazmıştır. Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ı mahkemeye verir. İlk duruşmada olaylar yaşanır. Duruşma sonrasında bir genç Sabahattin Ali’ye tokat attı. Orada tutuklandı. O gece Devlet Tiyatrosu bir oyun sahneleyecekti. Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav ve eşi ile birlikte gideceklerdi. Yolda bir çocuk, Sabahattin Ali’ye taş attı. Sabahattin Ali çocuğu bir yede kıstırıp patakladı. Şikayet edildi. Bir kişi tanıklık yaptıysa da polis bu olayın üstüne düşmedi.

O dönemde daha sonraki yıllarda ülkemizin en büyük turizm aktivitelerinden biri olan Mavi Turu, ilk kez, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu, Cevat Şakir Karaağaç (Halikarnas Balıkçısı), Erol Güney, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Samim Kocagöz Necati Cumalı başlattı. Sonraki yıllarda Sabahattin Eyüboğlu ve Halikarnas Balıkçısı’nın katkılarıyla Ege bölgesi turizmde gelişti. İzmir’den Samim Kocagöz’ün bulduğu tekneyle yola çıkan ekip, güneye doğru ilerledi. Kuşadası’nda rakı ikmali yapıp, o zaman yeni yeni çıkarılmaya başlanan Efes harabelerini ziyaret edip, Selçuk’ta çöp şiş yedikten sonra yola devam ettiler. Yolculuklarında Sabahattin Eyüboğlu ve Halikarnas Balıkçısı tarihi bilgileri ile yolculuğu zenginleştiriyordu. Didim yakınlarında Yunanistan’dan kaçan bir grup komüniste ait tekne ile karşılaşılmış, iki kutu çay ve iki kutu şeker ikram edilmiş, bunların yerine onlardan bir adet tabanca alınmıştı. Yolculuğun dönüş kısmı gezilmeyen yerlerden Edremit’e kadar gelinip oradan da İzmir’e geri dönüş ile bitti.

Ülkede ise Tan olayları patlak vermişti. Bayar, Menderes hükümeti iktidara gelmişti. Sertel'ler muhalefetlerini sürdürdükleri için Tan olaylarına maruz kalmışlardı. Makineleri parçalanmış, Kâğıt bobinleri yollara atılmıştı. Üstüne üstlük Sertel'ler tutuklanmıştı. Almanya Polonya'ya girince, yedek subaylar askere alındı. Sabahattin Ali'de bunların arasındaydı. Bu dönemde Kürk Mantolu Madonna'yı yazdı. Bir yılı aşkın bir süreden sonra terhis emri geldi ve evine döndü.

1946’da Esat Adil Türkiye Komünist Partisini kurmuş ve Gün dergisini çıkarmıştı. Sabahattin Ali, Gün dergisine yazı veriyordu. Şefik Hüsnü ise Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisini kurdu. Sabahattin Ali iki parti yönetimi ile iyi ilişkileri olmasına rağmen partilerden uzak kaldı.

O dönemde Aziz Nesin’in bir mizah gazetesi projesi vardı. Sabahattin Ali, Aziz Nesin’e “Sermayeyi ben vereyim, bu dergiyi birlikte çıkaralım” demiştir. Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Mim Uykusuz’lu kadro ilk sayıyı altı bin adet çıkardı. Dağıtımcılar gazeteyi dağıtmak istemiyordu. Aziz Nesin eline iki bin gazete alıp sokak sokak dolaştı. Elindekiler bitince bir iki bin daha aldı ve sattı. Kalan iki bini de taşraya gönderdi. Onu izleyen 4 baskıyla birlikte basılan toplam sayı elli altı bini buldu.

Markopaşa’nın gerici çevrelerden aldığı tepki iyice arttı. Aziz Nesin’in vilayete dilekçe verip önlem alınmasını istemesine ve olumlu yanıt almasına rağmen verilen söz tutulmamış ve yirmi genç matbaa’yı basıp, o gece orada olan Aziz Nesin’e saldırmış, evini talan etmiş ve zorla kıyafetlerini çıkarttırmışlardı Polis bu gençlerden teslim aldığı Aziz Nesin’i Sansaryan hanına götürüp iyice dövdü, altı gün aç susuz bıraktı. Sabahattin Ali’de tutuklanmış fakat orada yaşadıkları hakkında dışarıda hiç konuşmamıştır. Çünkü onuruna yedirememiştir.

Aslında sola ve aydınlara karşı yapılan yıldırma politikasının amaçlarından biriydi bu işkenceler. Ama nafile... Sabahattin Ali ve Aziz Nesin için göstermelik tutuklanma sebebi Markopaşa’nın birinci sayısında çıkan “Topunuzun köküne kibrit suyu dökeyim” yazısıydı. Aziz Nesin’den bir gün sonra tutuklanan Sabahattin Ali dört aya mahkûm edildi.

Davanın temyiz edilmesinden sonra 17’şer gün hapiste yatan Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, hapisten çıktıktan sonra ekibe Rıfat Ilgaz’ın da katılımıyla Markopaşa’nın 6.sayısı çıkardılar. Sabahattin Ali bir süreliğine Ankara’ya ailesinin yanına gitti. Onları çok özlemişti. Bir ara Aziz Nesin ile arasında ufak tartışmalar yaşandıysa da, dostlukları ve samimiyetleri bu tartışmalar yok etti ve dostluklarını daha da güçlendirdi.

1947'li yılların ortalarıydı. Şeriatçılık iyice baş kaldırmıştı. Markopaşa ise muhalefetini dozajını arttırarak sertçe sürdürüyordu. Üstelik gazeteye genç kalemlerde katılmıştı. Türkiye ise ülkenin yavaş yavaş bağımsızlığını kemirecek Marshall Kalkınma Planının heyecanını duyuyordu. Markopaşa bu plana ve yapılan din istismarına sertçe muhalefetini yapıyor fakat gerici çevrelerden sadece tepki topluyordu. On dokuzuncu sayıda yayınlanan bir şiirde geçen “Eyi teşhise çalış, kargadır önder dediğin” sözleriyle İsmet İnönü’ye hakaret edildi diye Markopaşa kapatıldı. Aynı kadro, yerine Merhupaşa’yı çıkardı. Fakat Cemil Sait Barlas’a hakaret etti diye yine kapatıldı. Ve Sabahattin Ali üç aya mahkûm edildi. Hapisten çıkar çıkmaz, aynı kadroyla birlikte Malumpaşa’yı çıkardı. 4. sayı çıktıktan sonra kapatıldı. Yerine yine Merhumpaşa’yı çıkardılar. Fakat o dönemde Markopaşa’nın taklitleri türeyince ve Paşa’ların karışması yüzünden Alibaba’yı çıkardılar.

Bu süre içinde Merhumpaşa’nın birinci sayısında yayınlanan “Mahkeme Koridorları” adlı yazı yüzünden soruşturma sürüyordu. Bu şartlarda çıkan Alibaba, baskılara ve zorluklara dayanamayıp 4. sayıdan sonra yayın hayatına son verdi. 19 Aralıkta da Sabahattin Ali tutuklandı. On iki gün sonra salıverdiler kendisini.

27 Aralıkta da Azra Erhat, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Mediha ve Niyazi Berkes gibi profesörler, bağlı bulundukları üniversitelerinden Abidin Dino ve Sabahattin Ali ile yakın dostlukları bulunuyor diye uzaklaştırıldılar.

Sabahattin Ali ise artık iyice yorulmuştu. Son yazısını Mehmet Ali Aybar’ın Zincirli Hürriyet’inde yazdı. Bu yazı yüzünden hakkında kovuşturma başlatıldı. Yapılan baskılar, hatta ha uygulanan şiddet onu bayağı bunaltmıştı. Bir akşam avukatı ve yakın dostu Mehmet Ali Cimcöz’e nakliyat işine girmek istediğini bu sayede en azından rahatça kitaplarını yazabileceğini ve bir süre bu sıkıntılı dönemden kurtulabileceğini söylemişti. O dönemde Mehmet Ali Cimcöz’ün bir ahbabı da elindeki parayı bir işe yatırmayı düşünüyordu. Sonunda Sabahattin Ali işletecek bir kamyon edindi. Daha ilk işinde aksilikler yakasını bırakmamıştı. Kamyon yolda arızalanmış ve ilk işten kazandığı paranın tamamını arızayı gidermek için harcamıştı. Mal sahibi de Sabahattin Ali’nin fişli olduğunu öğrenmiş ve sürekli Mehmet Ali Cimcöz’e rahatsızlığını dile getiriyordu. Sabahattin Ali bir gün arkadaşı Asaf Çelebi ile otururken, ona korktuğunu ve kaçmak istediğini söyledi. Çünkü yurt dışına gitmek için müracaatta bulunmuş fakat talebi her seferinde ret edilmişti. İsrediği şeyi yaptı ama…

Sinop Cezaevinden tanıdığı Berber Hasan’la irtibata geçti. Yurt dışına çıkmak istediğini, artık yapılan haksızlıklardan bunaldığını, en azından orada özgürce kitaplarını yazabileceğini ve bastırabileceğini düşünüyordu. Berber Hasan Sabahattin Ali’yi, Ali Ertekin ile tanıştırdı. Plan yapılmıştı.

31 Mart 1948 günü bir haftadır kaldığı Mehmet Ali Cimcöz’ün evinden sabah erken saatte ayrıldı. Kamyon şoförünü de alarak, Berber Hasan’ın yolunu tuttu. Özgürlük yolculuğu başlıyordu ama böyle planlanmamıştı. Berber Hasan’ın yanına vardılar. Oradan Ali Ertekin’i de aldılar. Kamyon Edirne’ye doğru yola çıktı. Arabada bir kaç konuşma hariç pek ses çıkmıyordu. Lüleburgaz’da ve Kırklareli’nde kamyon mola vermiş bu molalarda Ali Ertekin karısına haber vermek için telefon etmişti. Akşamüstüne doğru Üsküp Mezrası’na geldikleri zaman Ali Ertekin ve Sabahattin Ali yola yayan olarak devam etmek istediklerine kamyonunda Lüleburgaz veya Kırklareli’ne dönmesine ve malların istif edildikten sonra taşınmasına karar verdiler.

Sabahattin Ali ve Ali Ertekin, yolculuktan önce bir lokantada oturdu. Çorba içmek istediklerini söylediler. Ali Ertekin yandaki kahvede tanıdıklara bakmak için ayrıldı. Kahveye gidip oralardan bir cip geçip geçmediğini sordu. İçi rahatlamıştı. Çünkü az evvel bir cip Üsküp Mezrasına doğru geçmişti. Kahveden çıkıp biraz yürüdü kimsenin görmediğinden emin olduktan sonra cebindeki telsizi çıkarıp birileriyle konuştu. Sonra da lokantaya döndü. Çorbalarını içtiler. kuru fasulye pilav ve üstüne de sütlaç yiyip yola çıktılar. Toprak yoldan birazcık ilerlediler. Istanca ormanlarına daldılar. Otuz beş kilometrelik dar, engebeli yoldan, yürüyerek sınıra ulaşmak ancak hiç durulmazsa on, on iki saat sürerdi. Tabi bunu Sabahattin Ali bilmiyordu. Ellerine dal parçası almışlardı. Etrafta köpek sesleri vardı. Karşılarına iki çoban köpeği çıktı. Sabahattin Ali cebindeki tabancasını çıkarıp havaya iki el ateş etti. Öküz çatağına varmışlardı. Hava iyice kararmıştı. Mola verdiler. Ali Ertekin Bulgaristan’a geçince ne yapacağını, orada onu kimlerin karşılayacağını falan sordu. Sabahattin Ali, Ali Ertekin’in “Peki Ruslar gelip Türkiye’yi kurtarmayacak mı?” sorusunu “Sen çıldırdın mı Ali? Rusları ne diye kendi işlerimize karıştıralım? Bak ben hiç Moskova’ya gitmek istiyor muyum? Ne Sovyetler, ne de Amerika.. Biz kendi başımızın çaresine bakacağız. Bak Ali, biz Atatürk’ün yolunda bağımsız ve özgür bir Türkiye istiyoruz. Hepsi o kadar” diye yanıtlamıştı. Ali Ertekin tuvaletini yapmak için izin istedi. Döndükten hemen sonra tam hareket edecekleri sırada etraftan sesler gelmeye başladı.

Kirli oyunun son perdesine gelinmişti. Yeşilli kahverengi parkalı, siyah gözlüklü ve Çörçil marka asker botlu üç kişi Sabahattin Ali’nin etrafını sardı. Ekibin şefi Sabahattin Ali’ye yolun sonuna gelindiğini, gidip vatanı satacağını söylüyordu. Sabahattin Ali “ben vatan haini değilim” diyebildi. Yolun başındaki cipe geldiler. Adamlardan biri “Aferin Ali Ertekin, avını bizi yormadan getirdin” dedi. Sabahattin Ali ”Vay namussuz herif, demek beni sattın” diye haykırdı.

Cip çukurlara gire çıka, taş binaya geldi. Saat akşam ona geliyordu. Cipten indiler. Müfettiş sırf Sabahattin Ali’ye hakaret olsun diye kelepçe takılmasın istedi. Sorgu odasına aldılar. Sabahattin Ali, pasaportsuz sınırı geçme teşebbüsünde bulunduğunu ve bunu itiraf ettiğini, adalete teslim edildiği takdirde savunmasını hazırlayacağını ve tutuklanacağını, bunun haricinde de başka bir suçu olmadığını söyledi.

Adamlar Sabahattin Ali’yi, vatanı bölmek, içeriden çökertmek, isyan çıkartmakla suçluyordu. Adamların bir sürü palavra suçlamalarından sonra, Sabahattin Ali “Söyleyecek hiç bir sözüm yok beni sınıra giderken yakaladınız, kaçacaktım, suçumu itiraf ediyorum. Boş yere uğraşmayın, hiç bir şey bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine yüzüne bir tokat yedi. Gözlükleri yere fırlamıştı. O gece, yapılan asılsız suçlamalar ve ağır işkencelerden yani sorgulamadan sonra Sabahattin Ali’den hiç bir haber alınamadı. Ta ki... 1948’in Haziranına kadar...

Haziran ayının ortalarında sıcak bir günde, Şükrü diye bir çoban Sazara köyü civarındaki Karadere’nin yakınlarında hayvan otlatırken, köpeklerin havlamasını duydu. Köpeklerin yanına gittiğinde yerde, yüzükoyun yatan çıplak, çürümüş, kolları kopmuş, yer yer etleri kemirilmiş, kafasında yer yer çatlaklar olan ve sarımtırak saçlar bulunan, gözleri kaybolmuş bir cesetle karşılaştı. Hemen köye dönüp Jandarmaya haber verdi. Jandarma çavuşu olay yerine gelip bir tutanak tuttu. Orada okunan bir dua ile ceset sessiz sedasız toprağa verildi. Altı ay boyunca cesedin kimliği belirlenemedi.

Ali Ertekin ise Emniyete gidip, Sabahattin Ali’nin ülkeyi satan ve bu ülkeyi parçalayacak bir vatan haini olduğunu, bu yüzden de vatanını seven ve vatanına âşık biri olarak onu öldürdüğünü söyledi. 28 Aralık 1948’de tutuklandı. Sazara köyü civarında bulunan ve faili meçhul olarak adlandırılan cesette yapılan incelemede, cesedin Sabahattin Ali’ye ait olduğu anlaşıldı. Daha sonra ceset parçaları farklı yerlere gömüldü. Bugün Sabahattin Ali’nin ne bir mezarı vardır ne de bir dikili taşı. Sadece Filiz Ali Hanım yıllar sonra babasının cesedinin bulunduğu yerdeki bir taşa babasının bir şiirinden;

Bir gün kadrim bilinirse

İsmim ağzına alınırsa

Yerim soran bulunursa

Benim meskenim dağlardır

Dizelerini yazdırdı.

Bir yüksek rütbeli subay ve bir emniyet görevlisinin Rasih Nur İleri ile yaptığı sohbette, bir emniyet müfettişi arkadaşlarının Sabahattin Ali’nin sorguda nasıl elinin altında öldüğünü kendilerine söylediğini anlatmaları (bkz. 13 ve 14 Mart 1978 tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan Rasih Nur İleri’nin yazısı) ve devrimci emekli Albaylardan Talat Turhan’ın bir TV programında yaptığı “Müfettişlerin İstanbul grubuyla Yeniköy’de bir Rum meyhanesine gittik... İstanbul Emniyet Müfettişi dedi ki: Ben 40’larda Kırklareli’nde komiser iken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı” konuşmayla da sağlamanın yapılması sayesinde, Sabahattin Ali’nin katilinin, milli duygularla dolu ve milli bir kahraman olmak isteyen Ali Ertekin değil, Abdi İpekçi’yi, Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Necip Hablemitoğlu’nu, Hrant Dink’i de öldüren ve amacı sadece bu ülkeyi karıştırmak olan, kuklaların iplerinden tutup kendisini iyice saklayan ama arkasına sığındığı şeyler kendisinden küçük olduğu için gözümüzün önünde olan karanlık güçler olduğu anlaşılıyor.

Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Ses, Kağnı, Esirler, Değirmen, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan gibi roman, öykü ve oyunlarıyla, nicesi dilimizde şarkı olmuş şiirleriyle ve Markopaşa, Merhumpaşa, Alibaba gibi gazetelerdeki yazılarıyla, yani yapıtlarıyla onu katledenlerin, onu yok etmek isteyenlerin üzerine kâbus gibi çöktü. O yapıtlarıyla ilelebet yaşayacak. Üstelik sadece bu ülkede değil, Lenin ve Çehov’un dili ile yetmiş altı ülkenin de dilinde...

“Bir ülkeyi yok etmek istiyorsanız, önce aydınlarla halk arasındaki bağlantıyı keseceksiniz” demiştir, Atilla İlhan bir söyleşide. Gazi Paşa'dan sonra bu yapılmak istendi ve ne yazık ki yapıldı. Bu uğurda nice değerli aydın, yazar, şair, ozan ya öldürüldü ya da ölüme terk edildi. Ya sorgu odalarında ya da hastane veya huzurevi köşelerine kara toprağa kurban edildi. Amaç mı? Sizce…

Bu yazıyı, büyük usta Hıfzı Topuz’un “Başın öne Eğilmesin” kitabından edindiğim bilgi, belge ve anekdotlarla derledim. Öncelikle, Sabahattin Ali ustamın hayatını bizle paylaştığı için Sayın Hıfzı Topuz’a teşekkürü borç bilirim. Umarım nice kitaplarında, daha nice hayatları tanırız.

Değerli okuyucum, bu yazıda bahsedilen olaylar, mümkün olduğu kadar kronolojik sıraya özen gösterilerek anlatılmıştır. Bu yüzdendir ki; Soyadı Kanunu çıktıktan sonra kişilere isim ve soy isimleriyle hitap edilmiştir. Kanundan evvel, sadece isimleri kullanılmıştır.



M.Armağan BAYRAKTAR




1 yorum:

  1. S.Ali'nin yaşadığı ve öldürüldüğü zaman diliminde iktidarda olan gericiler kimlerdi? Sakın CHP'liler olmasın? Tilki postuna bürünmüş tilkilik iyi değildir.

    YanıtlaSil